“Gotik” terimini edebiyat alanında ilk kullanan kişi olarak bilinen Horace Walpole bir mektubunda şöyle der: “Uyandığımda o düşten anımsadığım tek şey, kendimi bir Ortaçağ şatosunda görmemdi (benim gibi kafası gotik hikâyelerle dolu biri için bu mekân çok doğal sayılır); hayli yüksek bir merdivenin en tepesinde, tırabzanın üzerinde son derece büyük bir zırhlı el gördüm. O akşam oturdum ve ne söyleyeceğimi, ne anlatacağımı bilmeden yazmaya koyuldum (üstelik politikadan başka bir şey düşünebildiğim için de çok seviniyordum); kısacası kendimi öylesine kaptırdım ki, kitabı iki aydan kısa sürede bitirdim.”İşte bu rüyanın etkisiyle, gökten düşen miğferler, gizli koridorlar, mahzenler, hayaletler, gizemli şövalyeler ve gaipten gelen seslerle bezeli Otranto Şatosu 1764 yılında okurla buluşur. Anlatı boyunca, Manfred ile ailesinin evlilik ve ölüm temalarının etkisiyle şekillenen yaşamları, büyük bir kimlik karmaşasının da odak noktası olur. Böylece gizemin ve tekinsizliğin gölgesinde bir kovala